İmam Kardeş? (1)

Doç. Dr. Mustafa Ünverdi
1900 Görüntüleme
02 Mart 2016 17:27
Son Güncelleme: 02 Mart 2016 17:27

Bu satırlar imam-hatipliğin değerini anlatmaya mebni değildir. Yıllar yılı Diyanette çalıştıktan sonra, camiye bir vatandaş olarak gittiğimde edindiğim duyguların dışa vurumu, gözlemlerimin özetidir.

Şüphesiz imam-hatip kardeşlerimi eleştiren ya da öven sayısız yazı vardır. Bu yazı her iki niyetten müstağnidir. Övme ya da yerme gayesi gütmemektedir.

Sadece bir Müslüman vatandaş olarak, acziyetimi ve kusurlarımı itiraf ettikten sonra mihrap sahibi imam-hatip dostlarıma açık mektup hükmündedir. Aşağıdaki hususlar önem sırasına göre sıralanmamıştır. İtirazlar olabilir. Olmalı da…

Şimdi gelelim sözümüze… Hitabımı “sen” diliyle kuruyorum, kimse alınmasın lütfen.

Eksiklerimi bağışlamasını Rabbime arz ederek diyorum ki,

Ey cami “imam” kardeşim;

Her şeyden evvel bir peygamber mesleği icra ettirdiğini unutma. Hz. Peygamber bilgiyi miras bıraktığına göre, onun temsilcisi olarak mirasına sahip çık.

Seni herkesin karşında yüksek kılacak olan şey bilgidir. İyi bir arabaya binebilirsin, iyi bir cep telefonu kullanabilirsin, her şeye sahip olabilirsin. Ama sahip olduğun hiçbir şey seni bilgi kadar güçlü kılmaz. Ben, bilen bir imamın sadece arkasında değil, önünde de eğilirim.  

Hafız olmayabilirsin. Ama yine de her gün –sesli kılınan namazlarda- aynı sureleri okuma. Yeni bir sure okuduğunu duymak beni heyecanlandırıyor.

Namazda kıratın güzel olsun. Kıraat dersi, şan dersi, makam dersi al. Sesin, makamın, kıraatin yüreğime dokunsun. Öyle oku ki, namaz bitmesin isteyeyim.

Giydiğin cübbe, taktığın sarık/fes temiz değilse lütfen kullanma. Kötü bir cübbe-sarık yerine, sade elbisenle mihraba geç, inan daha iyi olur. Kirli ve ütüsüz bir cübbeyle, sarıkla mihraba geçtiğinde “bu benim imamım olamaz” diyorum içimden.

Misafir imam için ayrı bir cübben, sarığın olması beni mutlu ediyor. “Mihraba buyurun hocam” davetinin ardından, -af edersin ama- terli bir cübbeyi giymek, kirli bir sarığı takmak inan canımı sıkıyor.

Namazların sonunda, mevlütlerde, merasimlerde hep aynı duaları okuma. Basmakalıp dualar bende etki uyandırmıyor. Farklı yerlerde, farklı durumlarda kırık dökük ifadelerle ama doğaçlama sözlerle ettiğin dua daha güzel oluyor.

“Mukteza-i hale uygun davranmak” derlerdi eskiler. Yani konuşmalarını, dualarını sen değil, ortam ve muhatabın belirlemeli. Hava çok sıcak, şakır şakır terliyoruz, ama sen bildiğin duayı tamamlamak için uzattıkça uzatıyorsun. Bu durumda “amin” değil, “sabır” diyorum. Bulunduğun ortama göre kısa, uzun, duygusal ya da akılcı konuş, dua et.

Ettiğin duayı, yaptığın konuşmayı hisset . Ezberlediğini değil, hissettiğini söyle. Kalpten gelmeyen sözler gönüllere gitmez. Kalplerimize baktığına göre Allaha ulaştığını sanmıyorum.    

 Duaları Arapça yapmak zorunda değilsin. Peygamberimizin ağzından çıktığı şekliyle teberrüken birkaç kelime Arapça girişten sonra duayı Türkçe yap. Anlamadığım sözlere “Amin” deyişimle, anladıklarıma Amin deyişim arasındaki farkları sen de biliyorsun.

Namazların sonunda, hutbede yaptığın dualarda Türkçeyi ihmal etme. Dualarda amaç klişeleşmiş sözleri mi zikretmektir, yoksa içten gelen yakarışları mı arz etmektir?

Devamı gelecek…

Yorum Yazın