Müjdecim, kurtarıcım, efendim, peygamberim!
Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim.
Bir bahar gecesi, bir Nisan zamanı takıldı gözlerime, satır aralarındaki bu mısralar. Ilık rüzgâr tenime ince ince değerken… İçimdeki Kaf Dağı kadar büyük boşluğu doldurmak için aldığım şiir kitabından, gönlümün eskimiş pencerelerine ince bir ışık huzmesi süzülmüştü. Ne olduğunu kestiremediğim bir atmosfer sarmıştı bedenimi. Bu büyük boşluk içimde daha çok hissettiriyordu kendini. “Ne oluyor?”, diye sorduğumda kendime, senin adını gördüm sonra; “Hazreti Muhammed (s.a.v)” Bir “ah!” döküldü dudaklarımdan. Kalbimin en derinleri sızlıyordu şimdi. Ne kadar uzun zaman olmuştu ismini görmeyeli, duymayalı, telaffuz etmeyeli. Evet, sen benim Efendimdin. Sen benim peygamberimdin. Gözlerime bir mükâfat olarak doğan, içime işleyen ışıltılı mısraları tekrarladım sonra;
Müjdecim, kurtarıcım, efendim, peygamberim! Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim.
Düşündüm sonra… Sana uymayan ölçü diyordu. Sahi benim hayatım uyuyor muydu sana? Senin ölçün, kelimelerden ziyade; bir yaşam şekli olarak tercüme oluyor muydu benim gönlümde? Benim örnek aldığım insan, benim imrendiğim hayat, benim mücadelesini verdiğim dava Sen miydin?
Zihnime yağmur gibi inen sorular, dertli ter damlalarıyla gösteriyordu kendini aciz bedenimde. “Cevap?” diye haykırıyordu. “Hani bu yorgun suallerin gerçek yanıtları?”
Dudaklarımı aralamak istedim tatmin edici yorumlarla. Ama nafile… Kelimeler bile düşmandı şimdi bana. Derin bir nefes aldım. İçimdeki hazan yağmurunu titreştiren satırlarda tekrar gezdirdikten sonra gözlerimi, baştan başa düşündüm hayatımı. Hassas terazilerde tarttım kendimi. Bir parça bulmaya çalıştım Sen’den Efendim… Bir sayfa, bir satır, bir cümle… Aradım. Hiç değilse bir nokta bulmak istedim Sen’den bana armağan. Ellerim boş kalınca sessiz bir ıstırapla kavruldu bedenim. Yaşamıma baktım. Önce tepeden tırnağa süzdüm bedenimi. “Sen’in emrine uygun muyum?”, diye. İnci sözlerinde mevcut dış görünüş bende mevcut mu diye. Düşündüm. Ben, bir kıyafete bakarken, kutlu eşin Hazreti Aişe’nin giyebileceği bir kıyafet mi diye bakacağıma, ünlü moda dergilerinde var mı diye bakmışım. Aldığım bir kabanın fiyatına bakarken, Uhud Savaşı’nda kefeni yarım kalan, Sen’i en çok anımsatan Musab bin Umeyr geçmemiş aklımın ucundan. Dış görünüş yönünden Sen’in ve muhabbetine nail olma şerefine erişmiş insanların ölçüsünde sınıfta kalmıştım ne yazık ki…
İçimdeki ateşin dalga dalga büyüdüğünü, kalbimin ince bir sızıyla sızladığını hissettim. Düşüncelerimi ve fikirlerimi geçirdim süzgecimden sönmeye yüz tutmuş umudumla. Ateşli bir şekilde savunduğum cümlelerimde bulmaya çalıştım Sen’i. Bir kez daha boş kalmıştı ellerim. Ey Efendim! Ben her şeyi okumuştum da, neden Sen’den okumamıştım? Fatih’i anlatmıştım ince şiirleriyle de “Yakarım bu şehri yüzündeki bir tebessüm için”, dizesi niçin çekmemişti dikkatimi? Fikir ve düşüncelerim de zayıf kalmıştı Sen yönünden Efendim. İnsan neyden ibaretti ki zaten? Dış görünüşü ve fikirlerinden ibaretti bu aciz varlık.
Dış görünüş ve fikirleri dışında duyguları da vardı bir de. Ben neyi sevmiştim sahi yıllar boyu? Kalbim neden Sen’in değil de; bir başkasının ismini duyunca çarpmıştı? Ne mutlu etmişti beni bunca zaman? Dünyalık birkaç mal benim olunca, dünyalar benim oldu sanmıştım. Oysa hiç görmemiştim Sen’den gelen “İster misin Ya Ömer! Dünya onların; ahiret bizim olsun…” diye özlem kokan sözlerini. Düşündüm de; ne dünya benimdi; ne de ahiret… Tekrarladım bu anlam kokan sözleri. Ne dünya benimdi; ne de ahiret…
Haykırdım gecenin karanlığını titreten sessizliğinde. Dünya onların olsun Efendim! Ahiret bizim… Ahiretimde kutlu yüzünü göreyim! Haykırdım siyahın ortasındaki bir beyaz nokta gibi. Sesim kısılana kadar devam ettim. Ta ki gönlüm duruldu, düştü aklıma. Hakkım var mıydı bu yaşantıdan sonra? Gülümsemem silindi yavaş yavaş yüzümden, tıpkı ayın gökyüzünden usulca silinmesi gibi. Sahi neyle çıkacaktım ben Sen’i Yaradan’ın ve Sen’in karşına? Ömrüm, zamanım, dakikalarım, saniyelerim, ipi kokan tespih taneleri gibi hızla boşanmıştı kirli avuçlarımdan habersizce.
Peki, şimdi ne yapacaktım? Yalnızdım. Ahirete hicret olan dünya yolculuğunda tektim. Oysa ihtiyacım vardı emin bir yoldaşa. İhtiyacım vardı tek bakışıyla coşkun korkumu sindirecek bir arkadaşa. İhtiyacım vardı yüreğimin durulmak bilmeyen çırpınışına teskin verecek bir dosta. Boş duramazdım. Tozlu kitap raflarında hatırlamıştım ya ismini Efendim, yine koştum o yorgun kitaplığa. Aradım. Ve kutlu sözlerin buluştu hasretkar bakışlarımla.
“Üzülme! Allah bizimle beraberdir.”
Sen, Sen yolunda, korkunun doruğunda, çaresizliğin ortasında ilerleyeni de teskin ediyordun. “La tahzen!” diyordun. Umudun, rüzgârın engebesiz ovalarda özgürce dolaştığı gibi, bedenimde yayıldığını hissettim. Ümitsizlik dergâhının devamlı dervişi olmaya yüz tutmuş, sükûta muhtaç gönlüm ferahladı. Doğru ya… İslam hep teşvik etmişti seni ve ümmetini ümide. Ümmetini ümide…
Efendim! Tozlu kitap sayfalarında hatırladım kutlu adını. Unutma duygusunun hain kucağına düşmüşken, senin mısraların sardı bedenimi. İçimdeki Kaf Dağı kadar büyük boşluğu Sen’le doldurdum şimdi. Sevgili! Sana uyan ölçü hayatım olsun. Sen’inle yaşamak, Sen’i yaşatmak benim gayem olsun. Vuslatına hasretim şimdi. Mısralar sarıyor bedenimi. Büyük bir aşkla… Büyük bir hayâyla;
Sevgili!
En Sevgili!
Ey Sevgili!
Uzatma dünya sürgünümü benim.
Yorum Yazın